Ekmek Teknesi'nin bir iki günlüğüne bulaşıkçısı gitmiş de... O da onun yerine çalışmış, Bicanefendi'yi tırmanıyordu bastonunu vura vura. Yokuş, yok canım ona yokuş dememeli, yokuş şık bir şey, bu bayır olmalı, bayır. Evet, bayır o kadar dikti ki, merkep anırtan cinsinden... Huriye'nin ağzı açık, dili dışarda, tek dişi uzamış, Boğaz'ın sisi, ağzından çıkan buhara karışmış, iyi saatte olsunlardan biri gibi iri cüssesini gayretle çektiriyordu en tepedeki caminin olduğu düzlüğe. Kapısı gaz tenekesiyle takviyeli gecekondunun yolunda, pusların içinden evvela tak tak baston sesi, sonra tek diş, sonra Huriye çıkıveriyordu birden. Kilisenin köşesine vardığı vakit, eskilerden Duygu'yu gördü, dört sene olmuştu denk gelmeyeli. Kocasının öldüğünü, ölü adamdan emekliliği eline geçirdiğini, bak saçlarını yeni boyadığını, dizlerinin e tabii yine bok gibi azap verdiğini, bastonu bi tek bu yokuşta... Pardon bayırda kullandığını anlattı. O çok kısa karşılaşma ânında cebindeki çay kaşıkları ile oynayan Duygu, Huriye'nin tek dişli güzelliğine, gayretine, donup kalmış, ilerlemeyen kocakarılığına hayret ve hayranlıkla baktı. Bütün işi gücü sadece yaşamak, yaşama tutunmak, hani işte o sincap gibi canım, avlanmadan, hayatta kalabilmek olan Huriye'nin gayretinden büyülendi. "Geleceğim sana" dedi Huriye... Dişi önde, kendisi arkada tak tak vura vura camiye doğru yokuşa, pardon bayıra sardı yeniden. Kilisenin yüksek duvarından kanadı bile yaşlanmış bir karga hış hış havalandı. Ereğli'ye kum çeken kosterden vuuup düdük sesi geldi. Yokuştan, pardon bayırdan inen otomobilin farlarından süzülen ışıkta, sisin milyonlarca zerresi sağa sola kaçıştı... Ân... öyle bir ândı.
top of page
bottom of page
Comments